Paylaş
Zaman Aşımının Rol Ve Amaç İlişkisi
1- Zamanaşımının Tanımı
Zamanaşımı, genel olarak, alacak hakkının, belli bir süre kullanılmaması yüzünden “dava edilebilme” niteliğinden yoksun kalabilmesi olarak tanımlanmaktadır. Bu tanımla bağlantılı olarak, aşılan zamanın, alacak hakkını değil dava ve takip hakkını ortadan kaldırabileceği ifade edilebilir.
Zamanaşımı, borçlu yönünden borcu sona erdiren sebeplerden biri kabul edilirken (TBK m. 146 – 141), alacaklı için dava ve takip edebilme hakkını sona erdiren (veya daha doğru bir ifadeyle güçsüzleştiren) bir sebep olarak görülmüştür. Bu yönüyle, Medenî Kanun’un, ‘Eşya Hukuku’ kısmında düzenleme alanı bulan ve hakkın kazanılması sonucunu doğuran kazandırıcı zamanaşımı değil, kaybettirtici (söndürücü) zamanaşımının ele alındığı ifade edilmelidir.
Türk Borçlar Kanunu’nun 146. maddesinde, “kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, her alacak on yıllık zamanaşımına tabidir.” denilmekle, yasalarda özel bir hüküm bulunmadıkça her alacak için on yıllık zamanaşımının uygulama alanı bulacağı kabul edilmiştir. Yasaların daha uzun veya daha kısa süre koyduğu durumlarda ise bu sürelerin dikkate alınacağı kabul edilecektir.
Türk Borçlar Kanunu’nun 147. maddesine göre, aşağıdaki alacaklar için beş yıllık zamanaşımı uygulanır:
- Kira bedelleri, anapara faizleri ve ücret gibi diğer dönemsel edimler.
- Otel, motel, pansiyon ve tatil köyü gibi yerlerdeki konaklama bedelleri ile lokanta ve benzeri yerlerdeki yeme içme bedelleri.
- Küçük sanat işlerinden ve küçük çapta perakende satışlardan doğan alacaklar.
- Bir ortaklıkta, ortaklık sözleşmesinden doğan ve ortakların birbirleri veya kendileri ile ortaklık arasındaki; bir ortaklığın müdürleri, temsilcileri, denetçileri ile ortaklık veya ortaklar arasındaki alacaklar.
- Vekâlet, komisyon ve acentalık sözleşmelerinden, ticari simsarlık ücreti alacağı dışında, simsarlık sözleşmesinden doğan alacaklar.
- Yüklenicinin yükümlülüklerini ağır kusuruyla hiç ya da gereği gibi ifa etmemesi dışında, eser sözleşmesinden doğan alacaklar.
Yasalarda, TBK. 146 ve 147. maddede öngörülen zamanaşımı süreleri dışında daha uzun veya daha kısa başka zamanaşımı süreleri de öngörülmüştür. TBK. m. 72 hükmü buna örnek teşkil etmektedir:
Türk Borçlar Kanunu m. 72, f. 1’de ifade edildiği üzere, “tazminat istemi, zarar görenin zararı ve tazminat yükümlüsünü öğrendiği tarihten başlayarak iki yılın ve her hâlde fiilin işlendiği tarihten başlayarak on yılın geçmesiyle zamanaşımına uğrar”. Buradaki kısa ve uzun zamanaşımı süresi arasında birbirini ikame ilişkisi olduğu, her iki zamanaşımının birbirinden bağımsız diğerinin alternatifini teşkil ettiği ifade edilmiştir. Buna göre, birinin işleyişinin diğerine engel olmadığı kabul edilmektedir. Uzun zamanaşımı, kısa zamanaşımı süresinin dolmaması halinde uygulanacak azami bir süre olarak kabul edilmektedir. TBK. m. 72 hükmü, 2 yıllık nispi (kısa) zamanaşımı süresinin başlaması için öngördüğü iki kanunî unsurun birlikte gerçekleşmesini aramaktadır. Kanun zamanaşımı süresinin başlamasını, zararın öğrenilmesi ve tazminat yükümlüsünün öğrenilmesi olgusunun birlikte gerçekleşmesi anına ötelemekte, bu şartlar gerçekleşene kadar kısa zamanaşımı süresinin başlamasını geciktirmektedir. Yargıtay’a göre, “zararın öğrenilmesi, onun kapsamının değil, varlığının öğrenilmesi anlamındadır, zararın varlığı, niteliği ve esaslı unsurları hakkında bir dava açmaya, o davayı ciddi ve objektif şekilde desteklemeye, gerekçelerini göstermeye elverişli yeterli hal ve şartların öğrenilmesi, zararın öğrenilmiş sayılması için yeterlidir.” Tazminat yükümlüsünün öğrenilmesi, zarar görenin sorumlu olan kişiyi öğrenmesi demektir. Sorumlunun kişilik ve kimliği hakkında kesin bilgi gerekli olup, şüphe yeterli değildir. Birden çok davalının bulunması halinde, müteselsil sorumlulukta, sorumlulardan her birinin borcunun diğerlerinden bağımsız olmasının sonucu olarak bir yıllık zamanaşımı süresinin başlangıç tarihinin her borçlu için ayrı ayrı hesaplanması gerekir. Zarar görenin, kısa süre işlemeye başlamış olsun ya da olmasın, herhâlde fiilin işlendiği tarihten başlayarak on yıl geçince, tazminat istemi zamanaşımına uğrayacaktır (TBK. m. 72, f. 1). Örneğin, tazminat yükümlüsü mutlak süre içerisinde halen öğrenilememişse, artık bu sürenin geçmesiyle zamanaşımı süresinin dolduğu kabul edilecektir. Bu zamanaşımı, daha zarar meydana gelmeden önce de başlayabilir.
Tazminat ceza kanunlarının daha uzun cezayı öngördüğü bir fiilden doğmuşsa, daha uzun olan ceza kanunlarındaki süre uygulanacaktır (TBK. m. 72, f. 1, c. son). Ceza davası devam ediyorsa, daha uzun süre geçmiş olsa da, zamanaşımı def’i ileri sürülemeyecektir.
2- Zamanaşımının Rol ve Amaç İlişkisi
Borçlu, zamanaşımına uğramış olan borcu, zamanaşımına uğradığı ve sonuçta eksik borç haline geldiği için alacaklının kendisini zorlayamayacağını bilmeden ifada bulunursa, iade davası açamaz. Yani, kendisine kaçınma hakkı verilen borçlu, borcunu ödedikten sonra, böyle bir hakkı bulunduğunu bilseydi kaçınacağını ileri süremez. Aynı şekilde bilerek ifanın da, borcun ifası olarak kabul edileceği sonucu, zamanaşımına uğramış borcun eksik borç olmasından ileri gelmektedir.
Alacaklı dava hakkını kullanınca, hâkim usulüne uygun olarak dosyaya ibraz edilmiş belgelerden eksik borç’un varlığını öğrense bile bunu re’sen (kendiliğinden, görevinden dolayı, in officio) dikkate alamaz (TBK. m. 161; HMK. m. 25,1). Mahkeme dışında zamanaşımı def’inin kullanılması ve bu hakkın kullanıldığının dava malzemesinden anlaşılması halinde, zamanaşımının re’sen dikkate alınabileceği hâkim fikre göre kabul edilse dahi, Yargıtay 4. Hukuk Dairesi, dava açılmadan önceki evrede davalının yaptığı savunmanın hâkimin resmen bilgisine ulaşması durumunda dahi hâkimin zamanaşımı def’ini dikkate alamayacağını kabul etmiştir. Yargıtay’ın bu kabulünün, zamanaşımı gerçekleştikten sonra, TBK. m. 160 gereği feragat edilmesi her zaman mümkün olduğundan, bu yöndeki görüşün götüreceği sonuca da uygun olduğu söylenebilecektir. Fakat itirazın iptali davalarında borçlunun dava açılmadan önce kendisine karşı gerçekleştirilen icra takibi sırasında ödeme emrine itiraz ederek ileri sürdüğü zamanaşımı def’inin itirazın iptali davasında ileri sürülmese dahi mahkemece re’sen dikkate alınması gerektiği kabul edilmektedir.
Zamanaşımına uğramış olan alacak sona ermez. Sadece, def’i hakkının kullanılması alacaklının talep hakkının etkisizleşmesine yol açar. Buradaki def’i hakkı, borçluya ifadan kaçınma inisiyatifi verilmesine karşılık gelir. Yani, aşan ve böylece aşınan zaman, hukuk politikasına bağlı bir takım düşüncelerle alacaklıyı hukuk önünde borçlunun insafına bırakır. Yoksa, alacak dava edilebilir. Ancak, zamanaşımı def’ini ileri sürülmesi, davanın reddine yol açabilir.
Bu yönleriyle, zamanaşımının biricik rolü, alacağın dava edilebilme niteliğini geniş ölçüde zayıflatmasında görülür.Zamanaşımına bu rolün verilmesinin altındaki en temel sebepler; aradan uzunca zaman geçtikten sonra istenilen hakkın kötüye kullanıldığı yönündeki peşin hüküm ve buna bağlı olarak delillere ulaşılmasındaki güçlüğün ortadan kaldırılması, mahkemelerin iş yükünün artırılmasının önüne geçilmesi, sosyal barışın temini olarak gösterilmektedir. Ancak, bu amaçlar ele alındığında, rolü yönüyle zamanaşımının bir çözüm olacağı yönündeki yasal kabul tartışılabilir. Zira ileri sürülen sebeplerin genelleme yoluyla elde edildiği kuşkusuzdur. Geçmişin sis perdesinin aralanmasını sadece borçlunun insafına bırakmak ve böyle bir hakkı bulunduğunu bilmesine veya iş işten geçmeden hatırlamasına bağlı tutmak, “sosyal barışın temin edilmesi” şeklindeki genellemeye her zaman götürecek bir çare değildir. Nitekim, bu genellemenin karşısına, hukukun tanıdığı imkanları kurnazlık olarak gören gerçek borçlunun ödüllendirilmesi ve gerçek alacaklının adalete olan güveninin sarsılması yönündeki bir genellemeyle çıkılmasına bir engel yoktur. Her zaman bir hakkın uzun süre kullanılmaması, hakkın kötüye kullanılması veya çelişkili davranış yasağına aykırılık değilken, kanunun çok uzun süreler öngördüğü kabul edildiğinde de, bu sürelerden önce kullanılan bir hakkın da, zamanaşımı süresi dolmamasına rağmen, hakkın kötüye kullanılması yasağına tabi olabileceği açıktır. Yani, gerçekte uzun süre hakkın talep edilmemiş olması maddi hukuk sorunudur; bu sebeple MK. m. 2, f. 2 hükmü bağlamında somut olay özelliğine göre tartışılması mümkün olabilir. İşte bu sebeple, kanunda öngörülen sürelerin yeterliliği dahi tartışmalıdır. Hatta, Çelik; haksız fiilde tazminat talebinde, mutlak sürenin 30 yıl olarak kabul edilmesi gerektiğini ileri sürmektedir.
Yargıtay’a göre, kanunun, burada borçlunun vicdanını hakem kılmayı uygun gördüğü ifade edilmektedir. Borçlunun vicdanının, hâkimin vicdanına tercih edilmesinin benimsenmesinin hem sosyal barış hem adalet algısı üzerinde çözüm kadar çözülme de yaratabileceği düşünülebilir. Ancak zamanaşımının tarihsel gelişimi ve pozitif hukuktaki yerine bakıldığında çözüm rolünün etkinliği çözülme riskine karşı tercih edilmiş; hakkını zamanında arayan kimse ile hakkını aramada atalete düşen kimsenin hak arama hürriyetinde ayrıma gidilmiştir.
Zamanaşımı def’inde bulunmak, kural olarak “hakkın kötüye kullanılması” niteliğinde değildir. Bu def’i borçlunun insafına kanun tarafından bırakılmış bir haktır. Bazı istisnai durumlarda, borçlunun zamanaşımını ileri sürmesi dürüstlük ilkesine aykırı kabul edilir. Örneğin, alacaklıyı süresi içinde dava açmaması için oyalayan borçlunun zamanaşımına dayanması hakkın kötüye kullanılması sayılmaktadır.
Alacaklı, kanunen uzun kabul edilen bir sürede hakkını istemediğinde, hakkını kötüye kullandığı doğrudan kabul edilen kişi konumuna sokulmaktadır. Buna bağlı olarak, zamanaşımı, kanunda, borçlu yönünden bir hak olarak tanındığından, doğrudan kullanılması da, kural olarak hakkın kötüye kullanılması yasağına aykırı görülmemiştir. Bu kabulle, alacak hakkının belli bir süre kullanılmamasına bağlı olarak hakkın kötüye kullanılması yasağının genel ve soyut uygulamasının kanun tarafından tanındığı görülmektedir. Burada, hakkın kötüye kullanılması yasağı, yasal koşullar gerçekleştiğinde, alacaklının dava ve takip edebilme hakkını zayıflatacak bir etkiyle sınırlandırılmıştır. Böyle bir uygulamanın tehlikesi, genel ve soyut olmasından ve borçlunun insafına verilen üstünlükten ileri gelmektedir. Hakkın kötüye kullanılması söz konusuysa, kanunun öngördüğü sürenin altında ya da üstünde bu hakkın borçlunun insafından bağımsız olarak hiç kullanılamamasının gerekeceği de açıktır.
Yukarıdan beri yapılan açıklamalar, zamanaşımının uygulanmasının titizlikle ele alınmasını gerekli kılmaktadır. Örneğin, Yargıtay’ın bile, bir felaket yaşamış deprem mağdurlarını, zamanaşımı felaketinden kurtarmak amacıyla, hukuk güvenliği ilkesine rağmen hakkaniyetli olmak adına zamanaşımının başlangıcı hususunda, Türk Borçlar Kanunu m. 72, f. 1 kapsamında yaptığımız açıklamalara karşın, “zararın doğumu” kıstasını getirmesi doktrinde eleştiri konusu yapılmıştır. Buradaki örnek, her zaman adil olma gereğinin, zamanaşımının sınırlarını zaman zaman zorlamaktan bile geçtiğini tespit için verildiğinden, örnek konusu burada ayrıca incelenmeyecektir.
Av. Gökhan BAKAR
Zaman Aşımının Rol Ve Amaç İlişkisi
1- Zamanaşımının Tanımı
Zamanaşımı, genel olarak, alacak hakkının, belli bir süre kullanılmaması yüzünden “dava edilebilme” niteliğinden yoksun kalabilmesi olarak tanımlanmaktadır. Bu tanımla bağlantılı olarak, aşılan zamanın, alacak hakkını değil dava ve takip hakkını ortadan kaldırabileceği ifade edilebilir.
Zamanaşımı, borçlu yönünden borcu sona erdiren sebeplerden biri kabul edilirken (TBK m. 146 – 141), alacaklı için dava ve takip edebilme hakkını sona erdiren (veya daha doğru bir ifadeyle güçsüzleştiren) bir sebep olarak görülmüştür. Bu yönüyle, Medenî Kanun’un, ‘Eşya Hukuku’ kısmında düzenleme alanı bulan ve hakkın kazanılması sonucunu doğuran kazandırıcı zamanaşımı değil, kaybettirtici (söndürücü) zamanaşımının ele alındığı ifade edilmelidir.
Türk Borçlar Kanunu’nun 146. maddesinde, “kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, her alacak on yıllık zamanaşımına tabidir.” denilmekle, yasalarda özel bir hüküm bulunmadıkça her alacak için on yıllık zamanaşımının uygulama alanı bulacağı kabul edilmiştir. Yasaların daha uzun veya daha kısa süre koyduğu durumlarda ise bu sürelerin dikkate alınacağı kabul edilecektir.
Türk Borçlar Kanunu’nun 147. maddesine göre, aşağıdaki alacaklar için beş yıllık zamanaşımı uygulanır:
- Kira bedelleri, anapara faizleri ve ücret gibi diğer dönemsel edimler.
- Otel, motel, pansiyon ve tatil köyü gibi yerlerdeki konaklama bedelleri ile lokanta ve benzeri yerlerdeki yeme içme bedelleri.
- Küçük sanat işlerinden ve küçük çapta perakende satışlardan doğan alacaklar.
- Bir ortaklıkta, ortaklık sözleşmesinden doğan ve ortakların birbirleri veya kendileri ile ortaklık arasındaki; bir ortaklığın müdürleri, temsilcileri, denetçileri ile ortaklık veya ortaklar arasındaki alacaklar.
- Vekâlet, komisyon ve acentalık sözleşmelerinden, ticari simsarlık ücreti alacağı dışında, simsarlık sözleşmesinden doğan alacaklar.
- Yüklenicinin yükümlülüklerini ağır kusuruyla hiç ya da gereği gibi ifa etmemesi dışında, eser sözleşmesinden doğan alacaklar.
Yasalarda, TBK. 146 ve 147. maddede öngörülen zamanaşımı süreleri dışında daha uzun veya daha kısa başka zamanaşımı süreleri de öngörülmüştür. TBK. m. 72 hükmü buna örnek teşkil etmektedir:
Türk Borçlar Kanunu m. 72, f. 1’de ifade edildiği üzere, “tazminat istemi, zarar görenin zararı ve tazminat yükümlüsünü öğrendiği tarihten başlayarak iki yılın ve her hâlde fiilin işlendiği tarihten başlayarak on yılın geçmesiyle zamanaşımına uğrar”. Buradaki kısa ve uzun zamanaşımı süresi arasında birbirini ikame ilişkisi olduğu, her iki zamanaşımının birbirinden bağımsız diğerinin alternatifini teşkil ettiği ifade edilmiştir. Buna göre, birinin işleyişinin diğerine engel olmadığı kabul edilmektedir. Uzun zamanaşımı, kısa zamanaşımı süresinin dolmaması halinde uygulanacak azami bir süre olarak kabul edilmektedir. TBK. m. 72 hükmü, 2 yıllık nispi (kısa) zamanaşımı süresinin başlaması için öngördüğü iki kanunî unsurun birlikte gerçekleşmesini aramaktadır. Kanun zamanaşımı süresinin başlamasını, zararın öğrenilmesi ve tazminat yükümlüsünün öğrenilmesi olgusunun birlikte gerçekleşmesi anına ötelemekte, bu şartlar gerçekleşene kadar kısa zamanaşımı süresinin başlamasını geciktirmektedir. Yargıtay’a göre, “zararın öğrenilmesi, onun kapsamının değil, varlığının öğrenilmesi anlamındadır, zararın varlığı, niteliği ve esaslı unsurları hakkında bir dava açmaya, o davayı ciddi ve objektif şekilde desteklemeye, gerekçelerini göstermeye elverişli yeterli hal ve şartların öğrenilmesi, zararın öğrenilmiş sayılması için yeterlidir.” Tazminat yükümlüsünün öğrenilmesi, zarar görenin sorumlu olan kişiyi öğrenmesi demektir. Sorumlunun kişilik ve kimliği hakkında kesin bilgi gerekli olup, şüphe yeterli değildir. Birden çok davalının bulunması halinde, müteselsil sorumlulukta, sorumlulardan her birinin borcunun diğerlerinden bağımsız olmasının sonucu olarak bir yıllık zamanaşımı süresinin başlangıç tarihinin her borçlu için ayrı ayrı hesaplanması gerekir. Zarar görenin, kısa süre işlemeye başlamış olsun ya da olmasın, herhâlde fiilin işlendiği tarihten başlayarak on yıl geçince, tazminat istemi zamanaşımına uğrayacaktır (TBK. m. 72, f. 1). Örneğin, tazminat yükümlüsü mutlak süre içerisinde halen öğrenilememişse, artık bu sürenin geçmesiyle zamanaşımı süresinin dolduğu kabul edilecektir. Bu zamanaşımı, daha zarar meydana gelmeden önce de başlayabilir.
Tazminat ceza kanunlarının daha uzun cezayı öngördüğü bir fiilden doğmuşsa, daha uzun olan ceza kanunlarındaki süre uygulanacaktır (TBK. m. 72, f. 1, c. son). Ceza davası devam ediyorsa, daha uzun süre geçmiş olsa da, zamanaşımı def’i ileri sürülemeyecektir.
2- Zamanaşımının Rol ve Amaç İlişkisi
Borçlu, zamanaşımına uğramış olan borcu, zamanaşımına uğradığı ve sonuçta eksik borç haline geldiği için alacaklının kendisini zorlayamayacağını bilmeden ifada bulunursa, iade davası açamaz. Yani, kendisine kaçınma hakkı verilen borçlu, borcunu ödedikten sonra, böyle bir hakkı bulunduğunu bilseydi kaçınacağını ileri süremez. Aynı şekilde bilerek ifanın da, borcun ifası olarak kabul edileceği sonucu, zamanaşımına uğramış borcun eksik borç olmasından ileri gelmektedir.
Alacaklı dava hakkını kullanınca, hâkim usulüne uygun olarak dosyaya ibraz edilmiş belgelerden eksik borç’un varlığını öğrense bile bunu re’sen (kendiliğinden, görevinden dolayı, in officio) dikkate alamaz (TBK. m. 161; HMK. m. 25,1). Mahkeme dışında zamanaşımı def’inin kullanılması ve bu hakkın kullanıldığının dava malzemesinden anlaşılması halinde, zamanaşımının re’sen dikkate alınabileceği hâkim fikre göre kabul edilse dahi, Yargıtay 4. Hukuk Dairesi, dava açılmadan önceki evrede davalının yaptığı savunmanın hâkimin resmen bilgisine ulaşması durumunda dahi hâkimin zamanaşımı def’ini dikkate alamayacağını kabul etmiştir. Yargıtay’ın bu kabulünün, zamanaşımı gerçekleştikten sonra, TBK. m. 160 gereği feragat edilmesi her zaman mümkün olduğundan, bu yöndeki görüşün götüreceği sonuca da uygun olduğu söylenebilecektir. Fakat itirazın iptali davalarında borçlunun dava açılmadan önce kendisine karşı gerçekleştirilen icra takibi sırasında ödeme emrine itiraz ederek ileri sürdüğü zamanaşımı def’inin itirazın iptali davasında ileri sürülmese dahi mahkemece re’sen dikkate alınması gerektiği kabul edilmektedir.
Zamanaşımına uğramış olan alacak sona ermez. Sadece, def’i hakkının kullanılması alacaklının talep hakkının etkisizleşmesine yol açar. Buradaki def’i hakkı, borçluya ifadan kaçınma inisiyatifi verilmesine karşılık gelir. Yani, aşan ve böylece aşınan zaman, hukuk politikasına bağlı bir takım düşüncelerle alacaklıyı hukuk önünde borçlunun insafına bırakır. Yoksa, alacak dava edilebilir. Ancak, zamanaşımı def’ini ileri sürülmesi, davanın reddine yol açabilir.
Bu yönleriyle, zamanaşımının biricik rolü, alacağın dava edilebilme niteliğini geniş ölçüde zayıflatmasında görülür.Zamanaşımına bu rolün verilmesinin altındaki en temel sebepler; aradan uzunca zaman geçtikten sonra istenilen hakkın kötüye kullanıldığı yönündeki peşin hüküm ve buna bağlı olarak delillere ulaşılmasındaki güçlüğün ortadan kaldırılması, mahkemelerin iş yükünün artırılmasının önüne geçilmesi, sosyal barışın temini olarak gösterilmektedir. Ancak, bu amaçlar ele alındığında, rolü yönüyle zamanaşımının bir çözüm olacağı yönündeki yasal kabul tartışılabilir. Zira ileri sürülen sebeplerin genelleme yoluyla elde edildiği kuşkusuzdur. Geçmişin sis perdesinin aralanmasını sadece borçlunun insafına bırakmak ve böyle bir hakkı bulunduğunu bilmesine veya iş işten geçmeden hatırlamasına bağlı tutmak, “sosyal barışın temin edilmesi” şeklindeki genellemeye her zaman götürecek bir çare değildir. Nitekim, bu genellemenin karşısına, hukukun tanıdığı imkanları kurnazlık olarak gören gerçek borçlunun ödüllendirilmesi ve gerçek alacaklının adalete olan güveninin sarsılması yönündeki bir genellemeyle çıkılmasına bir engel yoktur. Her zaman bir hakkın uzun süre kullanılmaması, hakkın kötüye kullanılması veya çelişkili davranış yasağına aykırılık değilken, kanunun çok uzun süreler öngördüğü kabul edildiğinde de, bu sürelerden önce kullanılan bir hakkın da, zamanaşımı süresi dolmamasına rağmen, hakkın kötüye kullanılması yasağına tabi olabileceği açıktır. Yani, gerçekte uzun süre hakkın talep edilmemiş olması maddi hukuk sorunudur; bu sebeple MK. m. 2, f. 2 hükmü bağlamında somut olay özelliğine göre tartışılması mümkün olabilir. İşte bu sebeple, kanunda öngörülen sürelerin yeterliliği dahi tartışmalıdır. Hatta, Çelik; haksız fiilde tazminat talebinde, mutlak sürenin 30 yıl olarak kabul edilmesi gerektiğini ileri sürmektedir.
Yargıtay’a göre, kanunun, burada borçlunun vicdanını hakem kılmayı uygun gördüğü ifade edilmektedir. Borçlunun vicdanının, hâkimin vicdanına tercih edilmesinin benimsenmesinin hem sosyal barış hem adalet algısı üzerinde çözüm kadar çözülme de yaratabileceği düşünülebilir. Ancak zamanaşımının tarihsel gelişimi ve pozitif hukuktaki yerine bakıldığında çözüm rolünün etkinliği çözülme riskine karşı tercih edilmiş; hakkını zamanında arayan kimse ile hakkını aramada atalete düşen kimsenin hak arama hürriyetinde ayrıma gidilmiştir.
Zamanaşımı def’inde bulunmak, kural olarak “hakkın kötüye kullanılması” niteliğinde değildir. Bu def’i borçlunun insafına kanun tarafından bırakılmış bir haktır. Bazı istisnai durumlarda, borçlunun zamanaşımını ileri sürmesi dürüstlük ilkesine aykırı kabul edilir. Örneğin, alacaklıyı süresi içinde dava açmaması için oyalayan borçlunun zamanaşımına dayanması hakkın kötüye kullanılması sayılmaktadır.
Alacaklı, kanunen uzun kabul edilen bir sürede hakkını istemediğinde, hakkını kötüye kullandığı doğrudan kabul edilen kişi konumuna sokulmaktadır. Buna bağlı olarak, zamanaşımı, kanunda, borçlu yönünden bir hak olarak tanındığından, doğrudan kullanılması da, kural olarak hakkın kötüye kullanılması yasağına aykırı görülmemiştir. Bu kabulle, alacak hakkının belli bir süre kullanılmamasına bağlı olarak hakkın kötüye kullanılması yasağının genel ve soyut uygulamasının kanun tarafından tanındığı görülmektedir. Burada, hakkın kötüye kullanılması yasağı, yasal koşullar gerçekleştiğinde, alacaklının dava ve takip edebilme hakkını zayıflatacak bir etkiyle sınırlandırılmıştır. Böyle bir uygulamanın tehlikesi, genel ve soyut olmasından ve borçlunun insafına verilen üstünlükten ileri gelmektedir. Hakkın kötüye kullanılması söz konusuysa, kanunun öngördüğü sürenin altında ya da üstünde bu hakkın borçlunun insafından bağımsız olarak hiç kullanılamamasının gerekeceği de açıktır.
Yukarıdan beri yapılan açıklamalar, zamanaşımının uygulanmasının titizlikle ele alınmasını gerekli kılmaktadır. Örneğin, Yargıtay’ın bile, bir felaket yaşamış deprem mağdurlarını, zamanaşımı felaketinden kurtarmak amacıyla, hukuk güvenliği ilkesine rağmen hakkaniyetli olmak adına zamanaşımının başlangıcı hususunda, Türk Borçlar Kanunu m. 72, f. 1 kapsamında yaptığımız açıklamalara karşın, “zararın doğumu” kıstasını getirmesi doktrinde eleştiri konusu yapılmıştır. Buradaki örnek, her zaman adil olma gereğinin, zamanaşımının sınırlarını zaman zaman zorlamaktan bile geçtiğini tespit için verildiğinden, örnek konusu burada ayrıca incelenmeyecektir.
Av. Gökhan BAKAR
İçeriklerimizden haberdar ol.
Hukuk bültenimize kaydol!